Şşşt! Gizliden yine karalamaya başladım, kimse duymasın!
"Uçmayı özledim" ne gıcık, klişe bir laftır allahım! Adama "ulan uçarak doğdun da kanatlarını mı söktüler" derlermiş gibi geliyor. Fakat ne yazık ki, geçen gün kendimi bu kılçık lafı söylerken yakaladım, hoşuma bile gitti. Çok utanıyorum!
Robot arslanları başka yerde görmesem de...
Hatırlıyorum, şirkete giriş mülâkatımda bile nasıl cesaret ettiysem söylemiştim bu yola uçma tutkusuyla girmediğimi. Ne diyeyim, bazısında başından beri vardır, bazısında sonradan olur işte. Geçmişte benim için pek de mümkün görünmeyen çok şeyi hayal etmişimdir; ama başka mümkün olmayanları düşlerken nasıl becerdiysem pilotluğu yıllarca ıskalamışım işte. Lâfın kendisinden haz etmesem de biliyorum ki, bu işe uçmaya sahiden sevdalı adamlar ve kadınlar baş koyar. Bu sevdadan uzak olan bendeniziyse kendine çeken tarafı biraz daha farklı oldu bu havacılık denen şeyin. Seyahat etmekti ilgimi çeken tarafı; bir de yaşamımı filmlerde gördüğüm o gelişmiş, teknolojik araçlardan birini yöneterek kazanma şansıydı ki bu aracın neyin üstünde gittiğinin pek de önemi yoktu. Şöyle tüm dikkatimi yoğunlaştırıp böyle üstün bir makinenin parçası olmak yeterdi. İşte bunlar, bana göre hiç de klişe değildi; "Voltron"'u, "Hava Kurdu"'nu, "Kara Şimşek"'i izleyerek büyümüşüz bir kere... Yazın öğlenleri benim yaşımdaki tüm veletler uyurken ben rahmetli anneanneme "otoparkta gezmeye çıkmak için" yalvarırdım. Kadıncağız akşamüstüne kadar beynim omlete dönmesin diye beni oyalar, güneş azalınca çaresiz isteğimi yerine getirirdi. Beş yaşımda sokakta gördüğüm arabaların marka ve modellerini sayabildiğimi çok net hatırlıyorum. Bana araba kullanmayı öğreten rahmetli dedemin arabasını ilk kez birkaç saatliğine arakladığımda 15 yaşımda olsam da ehliyetimi otuzlu yaşlarımda, Airbus tip eğitimimi tamamlayıp Base Check'imi uçtuktan sonra alabildim. Deveye boynun eğri mi demişler??
Neyse.
...hayalini kurduğum bazı şeylerin...
Arkadaşımla birlikte bilgisayarda şu "yetiştirmek için pilot alımı" formlarından doldururken aklımdan uçmaktan çok bunlar geçiyordu işte: seyahat etmek ve tekno-araç kullanmak. O zamana kadar uçağa binmişliğim bile bir elin parmaklarını eksik bırakacak sayıda olduğu için olacak, işin "uçmak" denen bir kısmı olduğunu, buna tutulup hayat boyu bunun peşinde koşan bir çok insan olduğunu ancak "duymuştum". Sonra, aşamalar geçtikçe baktım iş ciddîye biniyor, başladım bu kulaktan dolma bilgiyi incelemeye. Ardından Florida'ya gönderildim, harıl harıl uçmaya başladım, ama pencereden dışarıyı seyretmek ne haddime, onu çek, bunu çevir, şuna bas derken bir bakmışım ter içinde uçaktan iniyorum. Bu böyle, eğitimdeki ufak Piper'larla aylarca sürdü, naçizane daha önce anlatmaya çalıştığım gibi. Samîmi söylüyorum, o zaman bizi solo uçuşlara "have fun"(*) diyerek yollayan hocalarımı, dispatcher'ları uzun süre tam olarak anlayamamıştım. Ne zaman ki birazcık palazlanıp o çek-çevir-bas'lar refleks haline gelmeye, uçağımla havada dörder-beşer saatlik başbaşa kalmalar başladı, o zaman yaptığım şeyin eğlenceli bir yanı olduğunu inceden anlamaya başladım. Öğrenene kadar zevk almak mümkün olamamıştı ki!
... gerçek olduğunu görmek güzel...
Sonra bir baktım pırpırlarla vedalaşma zamanı gelmiş. Türkiye'ye geldim, tekrar sınıflara, kitaplara gömüldüm. Daha sonra, bir kez daha bir başka memlekete taşınıp, simulatör denen çelik kasaların içinde ter dökmeler başladı; tabii ben uçma keyfine yeniden veda ettim. En sonunda, bazı evrakta "gerçek uçak" diye gerzekçe tabir edilen büyük kuşlardan birine "gerçekten" uçmak için geldim birkaç ay sonra. Bir baktım, âlete sadece binebilmek için bile merdiven lazım; "şoför mahali" ise kapıların falan arkasında, gemi mübarek! Koltuğuna yerleşmek için yetmiş iki tane ayar gerek; sonra gazı açıp yola çıkana kadar da iki kişi harıl harıl hazırlık yapıyor... beni yine ter bastı tabii, hem bu sefer sıcaktan da değil. Kalkmakla iş bitse neyse; çek-çevir'ler ufaklıkların on katı, bir yandan da sol taraftan denetleniyor, sınanıyorum. Dün gece Tahran dönüşü saydım, uçağın kokpitinde sağda solda istiflenmiş 12-13 cilt kalın kitap var; sadece içinde olduğumuz A320 uçağıyla ilgili bu kitaplar, üzerlerindeyse hiç toz duramıyor. Zîra gerektiğinde paşa paşa açıp bunları bir güzel de karıştırmak, hesaplama yapmak ya da belli konuları kontrol etmek, ezberi mümkün olmayan bazı uzun prosedürleri bunlara göre uygulamak gerekiyor. Haydi kaldır başını, manzara seyret seyredebilirsen...
Doğal olarak, izin günlerim de bu koca hayvanı güdebilmek için çalışmakla geçiyor. Akciğerini, bağırsağını, toynağını öğrenmek için habire okumak, not almak lazım. Bütünleşeceğim ya, kafam sürekli bu yetmiş tonluk şişko kuşla dolu vaziyette.
... kısmen de olsa!
Derken, bu "yoğun" izin günlerinden birinde bir baktım, canım o merdivenden tekrar tırmanmak istemeye başlamış. "Deli miyim neyim" derken ertesi gün tırmandım vazife gereği; ama bu sefer herşey bir başka geliyor. Baktım ki ortamıydı, giren-çıkan görevlisiydi, çek-çevir'iydi; hepsinde bir tanıdıklık hissi var. Hazırlık bitti, kaptan kumandayı verdi, kalktım, tırmandım, yerden bilmemkaç kilometre yukarıda püfür püfür gidiyoruz. Radyodan birşeyler konuşuyorlar, biz de ne derlerse yapıyoruz; bu sırada akşam olmuş, yıldızlar, dolunay falan etrafta... serde acemîlik, çömezlik olsa da yanımda "hocam" diye hitap ettiğim üst düzeyde bir kaptanla güdüyorum kuşumuzu, ama bu sefer dolunayın farkına varabiliyorum! Alçalıyoruz; hazırlığımı falan bitirmişim, bizi döndürüp dolaştırıp piste hizalıyorlar. Bu sefer terlemiyorum, ama içim kıpırdanıyor otomatik pilottan bir an önce çıkıp iniş yapmak için. İniş checklist'i de tamam; yanımda ilk kez birlikte uçtuğum kaptanın beklediğim talimatı geliyor: manuel uçuş! Basıyorum düğmeye, kuş klik klik klik diyor "kumanda sende" anlamında. Hoca tanımıyor tabii beni; eli kumanda kolunda hareketsiz duruyor, müdahaleye hazır. Bense kuşa ufak ufak komut veriyorum "hafif sağa yat, tamam topla; burnunu biraz düşür" diye. Robot kuşum bir dediğimi iki etmiyor, tatlı tatlı asfalta doğru süzülüyor. Hocama, prosedür gereği söylemem gereken birkaç kısa kelimeden sonra inişe hazır olduğumu, ne yaptığımı bildiğimi belli edecek kısa bir bilgi veriyorum. Pistin üstüne yaklaşırken hafifçe "belini kırıyorum", yani burnu bir-iki derece daha kaldırıp öyle tutuyorum ki alçalma süratim azalsın. Sonra, en sevdiğim kısım geliyor; yere yakınca bir mesafede kuşuma gagasını biraz daha kaldırmasını söylüyorum ve bu şekilde tutuyorum. 70 tonluk çelik kuşumuz, kauçuk pabuçlarını nazikçe altındaki piste değdiriyor. Sarsıntı yok, yumuşacık iniyoruz. Yavaşlıyoruz ve kumandaları kaptana devrediyorum. Kaptan pisti terk ederken masamı açıyorum, telsizle konuşuyorum, kaptana yolu tarif ediyorum ve yine başlıyorum ona basıp bunu çekmeye...
... İşimiz bitiyor, kalkış için kırkbeş dakika bekleyeceğiz. Kokpitten çıkıp, kapıya dayalı merdivenin başına gidiyorum. Suratıma vuran soğuk havadan anlıyorum ki İsveç'e gelmişiz. Aşağıya inemesem de olsun be! Al sana seyahat, al sana kocaman teknolojik bir aracın kumandası! Fakat, hepsi bu ikisi değilmiş ki bunu bir kez daha, ama yine de yeni yeni anlıyorum. Yatakta yatan hasta acıkmaya başlayınca iyileşme belirtisi addedilir ya, onun gibi galiba.
İşte bu yüzden, artık çok da utanmıyorum, ne diyeyim...
yukarıdaki yazıyı bu parçayı dinlemeden okumak, yazara ayıp etmek demektir.
zira kendisi bu yazıyı bu müzik ile yazmıştır ki ahanda sizde böyle okuyun da beni tam anlayın demek istemiştir.
Soumneal abimizi görmesek te rol modellerimizden biridir.
okuyunca bir kez daha farkettimki: benim de hayalimde uzun bir uçuşta sadece 5 dakika kendi kulaklığıma bir aygıt (iphone etc.) takıp şu parçayı dinlemek gibi heveslerim vardır.
Hocam aman diyeyim, rol modeli olur mu hiç; daha etimiz ne, budumuz ne? Bu işte herkes bir adım gerisindekine bildiğini aktarır. Ben sadece bunu yazılı olarak yapmaya çalışıyorum o kadar.
Arada bir sevdiğim şarkıların linklerini de ekleyip, kendimce süslemiş oluyorum işte yazıları. Zîra bu mahkeme duvarı gibi kapkara ekranı okuyanın azıcık modu değişirse ne âlâ... 8)
Erkan Oğur ve Yavuz Çetin için teşekkür ederim bu arada.
yukarıdaki yazıyı bu parçayı dinlemeden okumak, yazara ayıp etmek demektir.
ReplyDeletezira kendisi bu yazıyı bu müzik ile yazmıştır ki ahanda sizde böyle okuyun da beni tam anlayın demek istemiştir.
Soumneal abimizi görmesek te rol modellerimizden biridir.
okuyunca bir kez daha farkettimki:
benim de hayalimde uzun bir uçuşta sadece 5 dakika kendi kulaklığıma bir aygıt (iphone etc.) takıp şu parçayı dinlemek gibi heveslerim vardır.
http://www.youtube.com/watch?v=5UpAyna6vDo
size keyifli uçuşlar.
darısı başımıza.:)
Hocam aman diyeyim, rol modeli olur mu hiç; daha etimiz ne, budumuz ne? Bu işte herkes bir adım gerisindekine bildiğini aktarır. Ben sadece bunu yazılı olarak yapmaya çalışıyorum o kadar.
ReplyDeleteArada bir sevdiğim şarkıların linklerini de ekleyip, kendimce süslemiş oluyorum işte yazıları. Zîra bu mahkeme duvarı gibi kapkara ekranı okuyanın azıcık modu değişirse ne âlâ... 8)
Erkan Oğur ve Yavuz Çetin için teşekkür ederim bu arada.
Selamlar, cümleten 8)