Saturday, December 6, 2014

Mazar-ı Şerif

Afganistan...

Bu yorgun, çilekeş ülkeye ilk gelişim. Bir yarı ortadoğulu olarak bile batılılardan farklı göremediğim bu topraklarla ilgili aklıma ilk gelenler hep asayişsizlik, sömürü, fakirlik ve tabii ki savaş. Üstünde yaşayan halkların kendi aralarında çatışmaları bir yana; önce ruslar, sonra amerikalılar çöktü bu insanların üstüne. Çökmemiş olsalardı da hayat çok mu kolay olurdu burada, sanmam. Her tarafı dağlık taşlık, kışları buz gibi soğuk, yazları çatır çatır kurak; bir de şiddetli depremler yaşayıp duran bu ülkenin insanına, tutunacak bir dal olarak bir tek din kalmış; onu da Taliban tekeline alıp kafalarına sopa diye vurmuş yıllarca.

Son yaklaşmanın sonlarında, aşağıdaki evlere gözüm kayınca aklıma bunlar geliverdi. Okuma- yazma oranının yüzde otuzun altında olduğunu ise, yerdeki işlerim bitip teker koyduğum topraklar hakkında iki satır okuyunca öğrendim.

 

"Hanımefendiler, beyefendiler ve sevgili çocuklar; şirketimizin falanca numaralı Mezar-ı Şerif uçuşuna hoş geldiniz. Kokpit ekibi olarak biz ikimiz, kabin ekibi olarak ise şu şu ve şu arkadaşlarımız uçuşunuz süresince sizlerle birlikte olacağız. Uçuşumuz dört saat sürecek, zira bereket, rüzgar arkamızdan esiyor. Dönüşte bu süre beş saate çıkacak, hadi yine seviyor Allah sizi. İndiğinizde karşılaşacağınız sabah ayazı 2 derece olacak. İnerken gocuğunuzu giymeyi unutmayın. Yoksa kendiminkini sizlere severek verebilirim..."

 

... gibi sözler edesim geldi anonsu yaparken. Ne bileyim, inişi yumuşak yapasım, seyir sırasında arkaya gidip birkaç kişinin üzerine battaniye örtesim geldi. Umarım günün birinde burada yaşayan insanların da kokpite gelip benim sırtıma battaniye örtme duyguları canlanır.

 

Söylemeyi unuttum, bunları dönüş bacağında yazıyorum, yani Soumneal bir nevi Afganistan'dan bildiriyor... en azından bildirmeye başladığında buradaydı. Ayrıca, şu anda "pas uçuyorum", yani dönüş bacağında yolcu koltuğundayım. Buraya uçan uçuş ekipleri, azami mesai saatinin gidiş- dönüş uçmaya yetmemesi nedeniyle aynı uçakta iki ekip olarak planlanıyorlar. Bir ekip gidiş, diğeri dönüş bacağında görev yapıyor; biri gelişte, diğeri ise dönüşte kabinde dinleniyor.

 

Git-gel şeklindeki uçuşlarda kaptanlar, herkesin eşit sayıda kumanda alması için genellikle gidişte bir pilotun, gelişte diğerinin kumanda alacağı şekilde önceden ikinci kaptanlarıyla anlaşırlar. Bizim uçuşumuz tek bacak olacağı için de, dört dil bilen Belçika'lı kaptanım kalkışı benim yapmamı, inişiyse kendisi yaparak uçuşumuzu tamamlamamızı önerdi. E ağanın eli tutulmaz, kabul ettim tabii (*)...

 

Etmesine ettim de, kalkış sırasında baktım "V1... ROTEEEEYT!" diyorum, o anda anladım ki bizim anlaşma yalan olmuş. Kaptan kalkmış bile. Delikanlılığa b*k sürdürmemek için sesimi çıkarmıyordum ki, tırmanışta o da uyandı duruma. İyi de oldu, Belçika'lı centilmenliğini sergileyen kaptanım sayesinde yaklaşma ve iniş de benim olmuş oldu "Mezar'a".

Yolda hiç sıkılmadık, sevgili günlük. "Enroute chart" tabir ettiğimiz, Burda dergisindeki patronları da andıran rota harita setlerimiz karma karışık durumda olduğundan, kokpitimizde tatlı bir meşguliyet hasıl oldu yol boyunca. Doğuya göre oldukça düzenli, yani standart olan Avrupa'ya göre bu geceki rotamız bazı değişiklikler içeriyordu. Bu nedenle gözümüz devamlı olarak yol boyu haritalarımızda olacaktı ki eldeki harita setleri, kaptanınkiler ve benimkiler, biribirinden farklıydı. Biraz eşeleme sonunda aynı rotayı farklı haritalardan takip edebilecegimiz konusunda kaptanımla mutabık kaldık.

Kalkıştan yaklaşık üç buçuk saat sonra, Afganistan'ın ismine yandığım Mezar-ı Şerif Uluslararası Havalimanına doğru alçalışa geçerken, kafamda meydanın bilgi notları arasında okuduğum küçük bir detay takıldı: mayınlar! Vallahi abartmıyorum; aynen şöyle yazıyordu: "beton olmayan (pist, apron ve taksi yolları dışında kalan toprak vs.) alanların alayını MAYINLI kabul ediniz! İyimser bakınca insan diyor ki, burada pilotlara "bakın iyi inin, güzel taksi yapın, yoksa cısss" diyerek meydanın düzenini esprili yoldan vurgulamak istemişler. Fakat birazcık daha gerçekçi bakınca, pistten ya da taksi yolundan dışarı taşmak falan gibi hataların sonuclarının daha bir "garantili" olduğu akla geliyor. Aman ne güzel...

Tam bunu düşünmeyeyim derken, ilk yaklaşma noktasına ulaştığımızda radyodaki Amerikalı agabeyin telsizdeki kaptanıma mümkün olan en yavaş süratte uçmamızı rica ettiğini duydum. Meydanda acil bir durum varmış.

Bir dakika sonra kokpite gelen amirimiz, kaptanın gayet rahat bir tavırla "bir acil durum var da, ondan yavaş uçuyoruz" demesiyle, sadece kırk yolculu uçuşun verdiği "dinginlikten" aniden çıkıverdi. Elimde olmadan, korkulu gözlerle bana baktığını görünce "aciliyet bizde değil, meydanda" deyivermişim. Kaptan da söylediğimi onaylayınca amirimizin rengi biraz normale döndü.

İnişimiz sorunsuz oldu; zira bu olaydan beş dakika sonra Kule-i Sheriff'teki amerikalı kontrolör, acil durumun iptal edildiğini, uçuşa normal şekilde devam edebileceğimizi bildirdi. Uçakta kimsenin kahvaltısı da boğazına dizilmemiş oldu.

Herşeye rağmen, ne kadardır uçmadığım küçük 319'umuz, bizi temiz şekilde bu tehlikeli denilen topraklara götürüp getirdi. Tabii fazla da abartmak istemem; sonuçta kimse yolcu uçaklarını hava güvenliği sağlanmamış bir bölgeye yollamaz. Zira ne çevremizde mermiler uçuştu, ne de yerde mayına çarptık. Dönüşte ön tarafta neler oldu bilmem, ama ben bu yazıyı yazmak, Afgan dağlarını seyretmek ve artık rahatlamış görünen amirimizin ön koltuktan yolladığı sorularıyla bana verdirdiği uçuş sonrası brifingi haricinde ayağımı uzatıp bir güzel uyumuşum ki sormayın.

 

(*) Kalkış kaptanda, iniş bende... arasını da kabin amirinden rica ederdik artık 8P


***