Saturday, August 24, 2013

Eyvah, Hocam Gelmiş! 8)

Busted by Ray Charles on Grooveshark

Geçen gün şirkette bizim tip (*) ofisinde bir işimi halletmeye çalışırken öyle birini gördüm ki, dünyanın sahiden küçücük olduğunu anlayıverdim. Tam odadan çıkıyordum; Almanya'daki tip hocamı, yuvarlak kırmızı çerçeveli gözlüğüyle karşımda buldum. Böyle ânîden karşılaşınca bir yandan yüzüm güldü, bir yandan da o bir ay boyunca düzenli olarak her gün dürtük yemekten moraran omzum, inceden sızlayıverdi. Fazla zamanımız yoktu, ancak ayaküstü konuşabildik: bizim şirkette bir tür öğretmenlik görevi için görüşmesi varmış. Valla hocam sert bir öğreticidir, ama eminim bizimle çalışmaya başlarsa şirket de, kendisi de iyi kazanımlar elde edecektir. Zîra bizim gibi çömezlerden başka kaptanlara da hocalık yaptığını; ayrıca kontrol pilotu olduğunu, yani uçuş sınavlarına girme yetkisi de bulunduğunu biliyorum.

Tabii benim için herşeyden önemlisi, öğretmenim olması; milliyeti nereden olursa olsun. İsteyen eski kafalı desin, ama hep bir tür bağlılık hissetmişimdir birşeyler öğrendiğim insanlara karşı. Kaldı ki, bana Airbus'ı öğreten ve bir ay neredeyse her gün ders yaptığımız bu değerli kişi, kendisine duyduğum saygıyı eğitimim sırasında bana sevgi ve manevî destek olarak geri yansıtmakta hiç de cimri davranmamıştı. Açıkçası, Türkiye'de, Amerika'da ve Almanya'da bir çok değerli hocanın elinden geçme şansı bulduğum için seviniyorum. Şu kalın kafama bilgi sokmak maalesef çok kolay değildir benim; ama bu insanlar bunu ustalıkla başardılar. Samîmî söylüyorum, biraz da bu kadar insanın (her ne kadar meslekleri pilotluğun yanısıra öğretmek, yetiştirmek de olsa) üzerimdeki çabası için bir an önce başarıyla geçmek istiyorum şu LIFUS'u.

(*) Tip (Type): Büyük havayolu şirketlerinde, farklı tipteki uçakların idarî işlemleri, farklı birimlerce yürütülür. Bu birimlere tip müdürlükleri, tip şeflikleri gibi isimler verilir. Tip'ten kasıt, örneğin Airbus 320, Boeing 737 vs.'dir. Dolayısıyla bir şirketin örneğin Boeing 737 uçaklarıyla uçan pilotları, Boeing 737 Tip Müdürlüğü'ne bağlı olarak çalışırlar; kayıtlarını Boeing 737 tip müdürlüğü/şefliği tutar.

***

Tuesday, August 20, 2013

İlham

Yakın zamanda kaldırdığım yazıları karamsarlık içinde geri yüklerken, iki ay önce karaladığım bir taslağı da yanlışlıkla araya karıştırmışım. Silecektim ama sonradan hoşuma gitti, öylece bıraktım. Buyrun, iki ay bir gün önce karaladığım küçük taslağım ve arkasından küçük bir sürpriz...

İlgilisine not: Bahsi geçen "base check" günüyle ilgili "No Reverse No Brake" başlıklı yazıda biraz daha detay anlatmaya çalışmıştım. En azından onun başı-k*çı biraz daha belli!

Yarın bir ilki yaşayacağım: gerçek bir yolcu uçağına kumanda ederek iniş-kalkış yapacağım.

Simulatör eğitimini tamamlayan pilot adaylarının hat eğitimine geçmeden önce, yolcusu bulunmayan bir uçakla yaptığı bu son kontrole "base check" deniyor. Simulatörde de önceden provasını yaptığımız bu uçuş, önceden belirlenmiş bir hava meydanında "meydan turu" atmaktan ibaret. Diğer arkadaşlarımla birlikte her birimiz belli sayıda "touch and go" yapacağız, yani piste teker koyup durmadan tekrar havalanacağız. Bu uçuş sırasında sol koltukta bulunan eğitmen kaptan pilotumuz da hem bizi değerlendirecek, hem yardımcı pilot rolünü üstlenecek; hem de gerektiğinde kontrollere müdahale etmek için hazır bekleyecek (ki umuyorum buna gerek kalmayacak 8) ).

Asıl zor safhanın iş başında, yani "LIFUS" dediğimiz hatta uçarken alınan eğitimde olduğunu düşününce, normal koşullarda "base check" uçuşunun çok da korkulacak bir tarafı görünmüyor. Karmaşık olmayan meydan turu prosedürü ile görerek (visual) yapılan bu iniş kalkışlarda asıl değerlendirme, pilot adayının emniyetli (safe) şekilde uçağı kontrol edip etmediğine yönelik yapılıyor.

Sürprize gelince: madem araya plansız bir karalama karıştırdık; bu defalık havacılığın biraz dışına kaçıp, sevdiğim bir kardeşimin bir çalışmasını buraya eklemek istedim. Yazarken bir yandan kulaklarımda olan müziğini asansör yolcusu edasıyla dinlemediğime dair yeminler ederek, sevgili Melisa'nın lezzetli DJ setlerinden birini izninizle paylaşmak istiyorum. Uçakta bir ricamızı iki etmeyen güler yüzlü kabin memuru arkadaşlarımızın desteği bir yana, eksik olan tek lüksümüz müzik dinlemek, mâlum. Bu kadar sevdiğim iki şeyi, gerçek bir uçuş operasyonunun yoğunluğu içinde birleştiremesem de, en azından kendi küçük hava sahamda bunu yapabilirim diye düşündüm. Nam-ı diğer Alph-a kardeşimin izniyle, bu geceyi kulağımda sizin de seveceğinizi umduğum "Du Bonheur (*)"'le gözlerimi kapatıp, uçmakla ve patates burunlu güzel uçağımla ilgili düşler kurarak kapatacağım.

İyi geceler.




(*) Mutluluk.

Friday, August 16, 2013

"Uçmayı Özledim" de Ne Demek??

Inside by Sting on Grooveshark
 Şşşt! Gizliden yine karalamaya başladım, kimse duymasın!

"Uçmayı özledim" ne gıcık, klişe bir laftır allahım! Adama "ulan uçarak doğdun da kanatlarını mı söktüler" derlermiş gibi geliyor. Fakat ne yazık ki, geçen gün kendimi bu kılçık lafı söylerken yakaladım, hoşuma bile gitti. Çok utanıyorum!

Robot arslanları başka yerde görmesem de...
Hatırlıyorum, şirkete giriş mülâkatımda bile nasıl cesaret ettiysem söylemiştim bu yola uçma tutkusuyla girmediğimi. Ne diyeyim, bazısında başından beri vardır, bazısında sonradan olur işte. Geçmişte benim için pek de mümkün görünmeyen çok şeyi hayal etmişimdir; ama başka mümkün olmayanları düşlerken nasıl becerdiysem pilotluğu yıllarca ıskalamışım işte. Lâfın kendisinden haz etmesem de biliyorum ki, bu işe uçmaya sahiden sevdalı adamlar ve kadınlar baş koyar. Bu sevdadan uzak olan bendeniziyse kendine çeken tarafı biraz daha farklı oldu bu havacılık denen şeyin. Seyahat etmekti ilgimi çeken tarafı; bir de yaşamımı filmlerde gördüğüm o gelişmiş, teknolojik araçlardan birini yöneterek kazanma şansıydı ki bu aracın neyin üstünde gittiğinin pek de önemi yoktu. Şöyle tüm dikkatimi yoğunlaştırıp böyle üstün bir makinenin parçası olmak yeterdi. İşte bunlar, bana göre hiç de klişe değildi; "Voltron"'u, "Hava Kurdu"'nu, "Kara Şimşek"'i  izleyerek büyümüşüz bir kere... Yazın öğlenleri benim yaşımdaki tüm veletler uyurken ben rahmetli anneanneme "otoparkta gezmeye çıkmak için" yalvarırdım. Kadıncağız akşamüstüne kadar beynim omlete dönmesin diye beni oyalar, güneş azalınca çaresiz isteğimi yerine getirirdi. Beş yaşımda sokakta gördüğüm arabaların marka ve modellerini sayabildiğimi çok net hatırlıyorum. Bana araba kullanmayı öğreten rahmetli dedemin arabasını ilk kez birkaç saatliğine arakladığımda 15 yaşımda olsam da ehliyetimi otuzlu yaşlarımda, Airbus tip eğitimimi tamamlayıp Base Check'imi uçtuktan sonra alabildim. Deveye boynun eğri mi demişler??

Neyse.


...hayalini kurduğum bazı şeylerin...
Arkadaşımla birlikte bilgisayarda şu "yetiştirmek için pilot alımı" formlarından doldururken aklımdan uçmaktan çok bunlar geçiyordu işte: seyahat etmek ve tekno-araç kullanmak. O zamana kadar uçağa binmişliğim bile bir elin parmaklarını eksik bırakacak sayıda olduğu için olacak, işin "uçmak" denen bir kısmı olduğunu, buna tutulup hayat boyu bunun peşinde koşan bir çok insan olduğunu ancak "duymuştum". Sonra, aşamalar geçtikçe baktım iş ciddîye biniyor, başladım bu kulaktan dolma bilgiyi incelemeye. Ardından Florida'ya gönderildim, harıl harıl uçmaya başladım, ama pencereden dışarıyı seyretmek ne haddime, onu çek, bunu çevir, şuna bas derken bir bakmışım ter içinde uçaktan iniyorum. Bu böyle, eğitimdeki ufak Piper'larla aylarca sürdü, naçizane daha önce anlatmaya çalıştığım gibi. Samîmi söylüyorum, o zaman bizi solo uçuşlara "have fun"(*) diyerek yollayan hocalarımı, dispatcher'ları uzun süre tam olarak anlayamamıştım. Ne zaman ki birazcık palazlanıp o çek-çevir-bas'lar refleks haline gelmeye, uçağımla havada dörder-beşer saatlik başbaşa kalmalar başladı, o zaman yaptığım şeyin eğlenceli bir yanı olduğunu inceden anlamaya başladım. Öğrenene kadar zevk almak mümkün olamamıştı ki!

... gerçek olduğunu görmek güzel...
Sonra bir baktım pırpırlarla vedalaşma zamanı gelmiş. Türkiye'ye geldim, tekrar sınıflara, kitaplara gömüldüm. Daha sonra, bir kez daha bir başka memlekete taşınıp, simulatör denen çelik kasaların içinde ter dökmeler başladı; tabii ben uçma keyfine yeniden veda ettim. En sonunda, bazı evrakta "gerçek uçak" diye gerzekçe tabir edilen büyük kuşlardan birine "gerçekten" uçmak için geldim birkaç ay sonra. Bir baktım, âlete sadece binebilmek için bile merdiven lazım; "şoför mahali" ise kapıların falan arkasında, gemi mübarek! Koltuğuna yerleşmek için yetmiş iki tane ayar gerek; sonra gazı açıp yola çıkana kadar da iki kişi harıl harıl hazırlık yapıyor... beni yine ter bastı tabii, hem bu sefer sıcaktan da değil. Kalkmakla iş bitse neyse; çek-çevir'ler ufaklıkların on katı, bir yandan da sol taraftan denetleniyor, sınanıyorum. Dün gece Tahran dönüşü saydım, uçağın kokpitinde sağda solda istiflenmiş 12-13 cilt kalın kitap var; sadece içinde olduğumuz A320 uçağıyla ilgili bu kitaplar, üzerlerindeyse hiç toz duramıyor. Zîra gerektiğinde paşa paşa açıp bunları bir güzel de karıştırmak, hesaplama yapmak ya da belli konuları kontrol etmek, ezberi mümkün olmayan bazı uzun prosedürleri bunlara göre uygulamak gerekiyor. Haydi kaldır başını, manzara seyret seyredebilirsen...

Doğal olarak, izin günlerim de bu koca hayvanı güdebilmek için çalışmakla geçiyor. Akciğerini, bağırsağını, toynağını öğrenmek için habire okumak, not almak lazım. Bütünleşeceğim ya, kafam sürekli bu yetmiş tonluk şişko kuşla dolu vaziyette.

... kısmen de olsa!
Derken, bu "yoğun" izin günlerinden birinde bir baktım, canım o merdivenden tekrar tırmanmak istemeye başlamış. "Deli miyim neyim" derken ertesi gün tırmandım vazife gereği; ama bu sefer herşey bir başka geliyor. Baktım ki ortamıydı, giren-çıkan görevlisiydi, çek-çevir'iydi; hepsinde bir tanıdıklık hissi var. Hazırlık bitti, kaptan kumandayı verdi, kalktım, tırmandım, yerden bilmemkaç kilometre yukarıda püfür püfür gidiyoruz. Radyodan birşeyler konuşuyorlar, biz de ne derlerse yapıyoruz; bu sırada akşam olmuş, yıldızlar, dolunay falan etrafta... serde acemîlik, çömezlik olsa da yanımda "hocam" diye hitap ettiğim üst düzeyde bir kaptanla güdüyorum kuşumuzu, ama bu sefer dolunayın farkına varabiliyorum! Alçalıyoruz; hazırlığımı falan bitirmişim, bizi döndürüp dolaştırıp piste hizalıyorlar. Bu sefer terlemiyorum, ama içim kıpırdanıyor otomatik pilottan bir an önce çıkıp iniş yapmak için. İniş checklist'i de tamam; yanımda ilk kez birlikte uçtuğum kaptanın beklediğim talimatı geliyor: manuel uçuş! Basıyorum düğmeye, kuş klik klik klik diyor "kumanda sende" anlamında. Hoca tanımıyor tabii beni; eli kumanda kolunda hareketsiz duruyor, müdahaleye hazır. Bense kuşa ufak ufak komut veriyorum "hafif sağa yat, tamam topla; burnunu biraz düşür" diye. Robot kuşum bir dediğimi iki etmiyor, tatlı tatlı asfalta doğru süzülüyor. Hocama, prosedür gereği söylemem gereken birkaç kısa kelimeden sonra inişe hazır olduğumu, ne yaptığımı bildiğimi belli edecek kısa bir bilgi veriyorum. Pistin üstüne yaklaşırken hafifçe "belini kırıyorum", yani burnu bir-iki derece daha kaldırıp öyle tutuyorum ki alçalma süratim azalsın. Sonra, en sevdiğim kısım geliyor; yere yakınca bir mesafede kuşuma gagasını biraz daha kaldırmasını söylüyorum ve bu şekilde tutuyorum. 70 tonluk çelik kuşumuz, kauçuk pabuçlarını nazikçe altındaki piste değdiriyor. Sarsıntı yok, yumuşacık iniyoruz. Yavaşlıyoruz ve kumandaları kaptana devrediyorum. Kaptan pisti terk ederken masamı açıyorum, telsizle konuşuyorum, kaptana yolu tarif ediyorum ve yine başlıyorum ona basıp bunu çekmeye...

... İşimiz bitiyor, kalkış için kırkbeş dakika bekleyeceğiz. Kokpitten çıkıp, kapıya dayalı merdivenin başına gidiyorum. Suratıma vuran soğuk havadan anlıyorum ki İsveç'e gelmişiz. Aşağıya inemesem de olsun be! Al sana seyahat, al sana kocaman teknolojik bir aracın kumandası! Fakat, hepsi bu ikisi değilmiş ki bunu bir kez daha, ama yine de yeni yeni anlıyorum. Yatakta yatan hasta acıkmaya başlayınca iyileşme belirtisi addedilir ya, onun gibi galiba.

İşte bu yüzden, artık çok da utanmıyorum, ne diyeyim...

(*) Have fun: Keyfini çıkar. İyi eğlenceler.

***



Wednesday, August 14, 2013

Lüks İçinde Bir Seyahat

Dün gece, Arap şoförümüz bizi İstanbulvâri bir sürüşle tam gaz havalimanına geri götürürken kafamdan geçti: acaba ben mi yanılıyorum, yoksa bütün şehirler iyiden iyiye biribirine mi benzemeye başlamış. Tamam, kendime uyuma numarası yapmamdan öteye geçemeyen iki saatlik otel konaklaması, olsa olsa on saatlik gece mesaisinin (neyse ki) iki saatlik geri dönüş kısmına hazırlayacak kadar dinlendirebilmişti beni. Bu hâlde doğal olarak gecenin karanlığında dört tekerimizin nadiren aynı anda yere bastığı çevreyolları Beyrut hakkında fazla bir fikir veremeyebilir insana, kabul. Özellikle de barış dolu modern zamanların Beyrut'uysa bu!

Kendimi yine de Kozyatağı e-5 üzerinde hissetmekten bir tek tepemizden akan yeşil tabelalar alıkoyuyordu beni; zîra doğal olarak sağdan sola yazılıydılar...

Resmen ilk yatılı görevim oldu dün gece. Uçuş arasında iki tutam sessizlikle serî bir duş fena gelmedi. Ayrıca, sabah kahvaltısını da evimde ailemle edebildim. Bu derece lükstü herşey şansıma...

***

Böyle demişim iki kıdemli, tecrübeli ağabeyimin, meslektaşımın birkaç gün sonraki aynı seferde kaçırılmalarından önce. Onların kafasından neler geçiyordu kim bilir başlarına bu b*ktan olay gelmeden önce. Lüksmüş! Onların böyle bir lüksü yok şu anda. Bilakîs; yüzlerini, sapasağlam yanımızda duruşlarını görebilmek bizler için bir lüks oldu; uğrunda umutlar beslenen, dualar edilen ya da kim her neye inanıyorsa ondan olması dilenen bir olay haline geldi.

Lüksmüş! Hay ağzıma s*çayım!

***